Cumhuriyet

20 Ekim 2021

Hayatlarına Küçük Yaşta Balyoz İnenler: Erken Büyüyenler

Emekli Kurmay Albay Ali Yasin Türker, Balyoz kumpasında tutuklandığında Elif 7, Ege 8 yaşındaydı. 33 ay babalarından ayrı kaldılar. Anneleri üzülmesin diye birbirine sarılıp odalarına çekilince ağladılar. Kumpasa neden olan, destek veren kimseyi affetmeyeceklerini söylüyorlar.

Benan, Eylül, İnci, Ege, Elif, Melis… Beş yıl önce tanıştığımda hepsi çocuktu… Senelerce babalarından uzak kaldılar. Balyoz davası Türkiye’nin hukuk sistemine, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne darbe vurmakla kalmadı, asrın kumpası onların çocukluklarını ellerinden aldı. Erken büyümek zorunda kaldılar… Sokakta top oynayacaklarına “Sessiz Çığlık” nöbetlerine katıldılar. Anneleri üzülmesin diye, kediyi, yastığı dost yapıp onlara ağladılar. Çalan her zilde “Babam mı geldi” diye kapıya koştular, rüyalarında onları gördüler. Beş yıl önce konuştuğumuzda çok küçüktüler… Şimdi büyüdüler… Yaşadıklarını daha da anlamlandırır hale geldiler. Hayat hakkında karar verecek yaştalar artık. O gün nasıl dik durdularsa bugün de öyleler. Yeniden buluştuk… Adaleti, vatan sevgisini, geçmişteki acıları konuştuk… 

12 Eylül 2011. Okulun ilk gününde Elif’in sınıfında… Babası o gün ifadeye çağrıldı. 16 Eylül’de tutuklandı. 

Onları tanıdığımda Elif 11 yaşındaydı, Ege 12… Elif babasına resimler yaptığını anlatıyordu; o resimlerde annesi, babası, abisi ve kendisi vardı, çok mutlulardı. Piknik yapıyorlardı… O gün bunları anlatırken o tatlı tatlı bakan, masmavi gözlerinden yaş dökülmüyordu, çocuktu nasılsa… Ağabeyi Ege ise derslerde demokrasiden söz ediyordu, dedim ya henüz 12 yaşındaydı… 

Yine bir araya geldik… Elif 16, Ege 17 olmuş, babalarının boyunu geçmişler… Biri üniversiteli, diğeri üniversiteye hazırlanıyor. Yıldız Parkı’nda buluştuk, bir banka oturduk ve başladık sohbet etmeye. Hayatımın en zor buluşmalarından biriydi… Acılar sıcakken daha acıtır zannederdim, gerçekte hiç soğumuyormuş meğer. Geçmişten geleceğe bıraktıkları “Bunu neden yaşadık” gibi kocaman bir soru işareti var ve bu hayatlarının her alanına çeşitli duygulara dönüşerek sirayet etmiş. Kimi adaletsizlik karşısında şiddetleniyor, kimi güven duygusunu yitirmiş, kimi de “Ya yine olursa” korkusu içinde.

Cezaevine ilk ziyaret ve Ege’nin doğum günü… 

‘ONU BENDEN ALDILAR’

Ege ve Elif’in babaları emekli Kurmay Albay Ali Yasin Türker Balyoz davasından yargılandı ve cezaevinde tam 33 ay kaldı. Tutuklandığında çocukları Elif 7, Ege 8 yaşındaydı. Filmi başa sardım, “O günü, tam o anı hatırlıyor musunuz” diye sordum… İlkin Ege konuştu: “Tutuklanma haberini biz birkaç hafta sonra aldık. İstanbul’a iş için gitti, dönecek zannediyorduk. Babamın tutuklandığını cezaevine ziyarete götürülünce öğrendik. Gölcük’te oturuyorduk. 2. sınıftaydım, okuma yazmam olduğu için cezaevine geldiğimizi anladım. Tutuklu olduğunu tahmin ettim; çünkü daha önce babamın arkadaşlarından herhangi birinin cezaevinde çalıştığını görmemiştim. Bir de biz lojmanda oturuyorduk, herkesin babası askerdi. Her konuştuğum “Benim babam da tutuklandı” demeye başlamıştı. O zaman sadece benim babamla ilgili olmadığını, daha geniş bir operasyon olduğunu anlamıştım. Çocukluk çağımızda babamız yoktu, onunla yaşayacağımız birçok anı yaşayamadık. Benim için en büyük sorun buydu. Bunun psikolojik olarak da etkisi oldu. Baban yok sonuç olarak. Derslerimi de etkiledi.”

Tahliye günü aile hep birlikte…

Ege sakin sakin anlatıyor. Ama Elif sözü alınca derin mavi gözlerinden akan yaşlara engel olamıyor, öfkesi dinmemiş, “Çok küçüktüm, büyüme çağındaydım” diyor: “Aileme en çok ihtiyaç duyduğum zamandı ve birini aldılar benden. Hem duygusal olarak hem de imkânlar açısından her şeyim yarıda kesildi. Bir şeye üzüldüğüm zaman ya da paylaşma ihtiyacı hissettiğimde paylaşacak bir babam yoktu yanımda. Annem bir yere kadar yardımcı olabilir ama babama ihtiyaç duyduğum çok oldu. İçimde kalıyordu anlatmak istediklerim ve sonra daha büyük sorunlara yol açıyordu.”

‘KİMSEYE GÜVENMİYORUM’

Ege, erken büyümek zorunda kaldığını söylüyor. Bütün arkadaşlarından daha olgun olduğunu… Zaten arkadaşları da sık sık söylüyormuş bunu… “Annem, babaannem hiçbirimiz birbirimize üzüldüğümüzü belli etmiyorduk. Ben üzüldüğümde Elif’e anlatıyordum.”

Elif’e “Ne konuşuyordunuz” diye soruyorum, “Bir ara aynı odada kalıyorduk. Uyuyamadığımızda annemin yanına gitmek yerine birbirimizle dertleşiyor, birbirimize sarılıyorduk. Hem birbirimize yardım ediyor hem de annemizi üzmemiş oluyorduk” diyor.

Ege en çok lojmanda maç zamanlarında üzüldüğünü anlatıyor: “Babalarımızı çağıralım, onlara karşı maç yapalım dediklerinde ‘Benim babam cezaevinde diyemedim’… O anda çok üzüldüm. Herkes futbol oynuyor, sen bir şey yapamıyorsun. Ben tabii ki babamın suçsuz olduğunu biliyordum. Ama yanımda değildi işte, olamıyordu. Hiçbir zaman bir arkadaşım ‘Senin baban suçlu’ demedi. Fakat benim hatırlamadığım, annemin daha sonra anlattığı bir konu var: Lojmandan biri bana ‘Senin baban vatan haini’ demiş. Ben de sinirlenip ona taş atmışım. Ben hatırlamıyorum ama o zaman gelip anneme anlatmışım. Arkadaşlarımdan, kardeşimden, öğretmenlerimden hep destek aldım.” 

Elif, başından itibaren ailelerinin kendileriyle konuşup, her şeyi paylaştığını belirtiyor, “Sizin babanız suçlu değil, kötü bir şey yapmadı” diyorlar… Onlar da zaten biliyor, babaları kötü bir şey yapmaz.

Elif o zaman da içine kapanıkmış, şimdi de öyle… Ege, kardeşine göre daha sosyal ama ister istemez olayların karakterini etkilediğini belirtiyor. Kardeşler, “Belki daha aktif bambaşka iki kişi olacaktık” diyor. 

Ya güven duyguları… Ona ne olmuştu?

İşte orası Elif açısından biraz sıkıntılı… Kimseye güvenmiyor, “Anne babam da dahil kimseye güven duymuyorum” kadar büyük bir cümle ediyor, “Ne kadar yardım almaya çalışsam da olmuyor” diyor.  

Ege’nin vatan, millet sevgisi daha da artmış. Bu ülke için bir şeyler yapmak istiyor. Aynı evde yetişmiş, aynı çileyi çekmiş iki evlat… Acıyı herkes farklı karşılıyor işte… Elif “Olabildiğince uzağa gitmek istiyorum. Vatanımı seviyorum, o ayrı. Milletime sevgim var, bir şey olursa sonuna kadar savunurum. Ama olabildiğince uzaklaşmak istiyorum. Hiçbir sistemine inanmıyorum, adaletine de yönetimine de…” diye isyan ediyor adeta.  

1.5 yıl boyunca babaları Maltepe Cezaevi’ndeydi… Ayda sadece bir kez gördüler. Sonra Hasdal’a nakledildi, orada haftada bir izin çıktı, iki çocuk anneleriyle birlikte cezaevi yolunu tuttu her hafta. 

Yasin Türker, Elif ve Ege Türker

UNUTMAM, AFFETMEM

“Bizim başımıza neden bu geldi” sorusunu hepsi soruyor. Ege bunun cevabını biliyor, “Kendi menfaatleri için başkalarının hayatıyla oynadılar” diyor. 

Peki ya çıktıktan sonra?

Babaları döndüğünde değişmiş miydi? 

Ege anlatıyor: “Ben çok büyük bir değişiklik gördüm. Babam mesleğine çok âşık bir insandı. Çıktıktan sonra hiç istemedi. Arkasını dönüp gitti…”

İlk başta babasının evde oluşunun tuhaf geldiğini söylüyor Elif. Sabah uyanıyorsun, baban var ve kahvaltı masasında… Tuhaf ama çok güzeldi yeniden beraber olmak. 

Ege, kumpasa neden olan, destek veren kimseyi unutmayacağını söylüyor, “Bize kimse çocukluğumuzu geri veremez” diyor. 

Elif de “affetmem” diyor: “Benim çocukluğumu çaldılar… Babamı aldılar…”

Üzerinden yıllar geçti, yaşananlar unutulmuyor. Unutulmasın zaten… Unutulmasın ki çekilen acılar, bir daha yaşanmasın…

Çocukluğuna Balyoz inenler anlatmaya devam ediyor: Sırt çevirenlerin babası kripto FETÖ’cü çıktı

Dün Ege ve Elif Türker’le söyleşimizi okudunuz. “Erken Büyüyenler” yazı dizisine Melis Çağla Aslan ve İnci Kılıç ile devam ediyoruz… Yaşadıkları tüm sıkıntılara rağmen nasıl dimdik ayakta kaldıklarını okuduğunuzda siz de unutmayacaksınız…

Babası emekli Gazi Albay Hasan Basri Aslan, Balyoz kumpasından cezaevine girdiğinde Melis Çağla 12 yaşındaydı. Üç yıllık ayrılığın ilk gününü bakın nasıl anlatıyor: “Buz pateni yapıyordum, pistten bir arkadaşımın annesi aldı beni. ‘Melis eve gidiyoruz. Babanın bir göreve gitmesi gerekiyor ama çok acelesi var. Sakın eve gidince soru sorma babana’ diye tembihledi. Eve gittim, babamın elinde küçük bir bavul vardı. ‘Nereye’ diye sormadı, çünkü öyle istenmişti. Babam gitti…” 

Melis, bir şeyler olduğundan kuşkulanıyordu. Ev sürekli kalabalık, annesinin gözleri hep yaşlıydı. Bir gün annesi karşısına aldı ve “Böyle böyle bir olay var, babanın bilgisine başvuracaklarmış” dedi. Bir ay sonra babası eve döndü.

O yıl baba Aslan mahkemelere gidip geldi. Yine öyle bir gündü: “Annemi aramış, ‘Kapıları kilitlediler, bizi büyük ihtimalle tutuklayacaklar, Melis’e iyi bak’ demiş.” 

GAZETEDEN ÖĞRENDİM

Kısa bir süre ondan saklıyorlar babasının cezaevine girdiğini… Bir gün evde masanın üzerinde bir gazete unutuyorlar. Birinci sayfada tutuklu askerlerin isimleri yazıyor, babası da onların arasında: “Ne olduğunu anlamıştım ama bildiğimi sadece bir arkadaşımla paylaştım. Çünkü annem bildiğimi anlarsa üzülür diye düşünüyordum. Kısa süre sonra arkadaşım annesiyle, o da annemle konuşmuş zaten. Bildiğimi öğrendiler.” 

Babasına en ihtiyaç duyduğu yılları kayıptı Melis’in: “Babam ortaokulun başında gitti, lise birde döndü” diyor. Yine de şanslı olduğunu düşünüyor: “En azından benim babam döndü, bazı babalar cezaevinde hayatını kaybetti…” 

Peki, babaya özlem dışında nasıl sıkıntılar yaşadılar? Melis anlatmaya devam ediyor: “Maddi konularda zorlandığımız oldu, maaşlar kesilmişti. Annem bana hissettirmemeye çalıştı. Babam emekli oldu, askeri cezaevinden sivil cezaevine geçecekti. Sivil cezaevinin şartları biraz daha kötüydü. Çok yakın bir arkadaşım vardı, ona mesaj atmıştım. Bana dedi ki ‘Melis böyle şeyleri telefonda konuşmayalım, ailem rahatsız oluyor…’ Benim o kişilerle arkadaşlığım bitti. Bu konuların içine o kadar çok girmiştik ki tüm arkadaşlarım Balyoz tutuklularının çocukları olmuştu. Aklımızda sadece bu vardı, sadece Balyoz’u konuşmak istiyorduk. Biz top oynayacakken Balyoz’la oynamaya başladık. 

Bu arada bana sırt çeviren arkadaşlarımın babası da sonradan kripto FETÖ’cü çıktı…”

YİNE OLUR MU?

İçinde kalanlar olmuş… Mesela önemli sınavlara babasıyla gitmek isterdi. Arkadaşları gibi babasıyla bisiklet sürmek, yürüyüşe çıkmak… Ama o, tüm bunları yapmak yerine “Sessiz Çığlık Nöbeti”ne gidiyordu, henüz 12 yaşındaydı.  

Babası üç yılın sonunda geldi, Melis’in büyüdüğünün farkında değildi. Hafif makyaj yapmaya başlamıştı, babası “Daha küçük değil misin” diyordu. 

Yoksunluğu sadece o yıllarda çekmediler. Hâlâ eksikliğini hissettikleri şeyler var. Mesela güven duygusu zedelenmiş Melis’in: “Ben büyürken çok yakın aile dostu dediğimiz insanlar arkalarını dönüp gittiler. Yolunu çevirenler oldu. Küçük bir yaştaydım ama her şeyin farkındaydım, ağır geldi. Tabii bardağın dolu tarafına bakarsam gerçek dostlarımız kimmiş, onu anladık. Sonra içimde hep bir korku var: Bir kez oldu ya, bir daha olur mu, yine kapımıza dayanırlar mı?”

Benim babam kahraman diyerek büyümüş Melis: “Kahramandı zaten. Güneydoğu gazisi, devlet övünç madalyası var babamın. Ona her zaman inandım, hep başım dik yürüdüm. Benim babam vatanını sevdiği, Atatürkçü olduğu için oradaydı. Balyoz benim için gururla taşıdığım bir rozet. Bizim babalarımız hiç kanmadı, kandırılmadı…”

EN BÜYÜK KORKUM BABAMI ÜZMEK

İnci Kılıç, 27 yaşında. Emekli Deniz Kurmay Kıdemli Albay Engin Kılıç’ın kızı… Babası Balyoz davasından iki yıl yattı. Tutuklandığında İnci üniversite sınavına hazırlanıyordu, yani 17 yaşındaydı: “Babam İtalya’da görev yapıyordu. O dönemde yavaş yavaş tutuklamalar başlamıştı. Herkes diken üstünde bekliyordu. O sırada babamın Kocaeli’ne tayini açıklandı. Sürekli ‘Sıra bize de gelebilir’ diyordu, biz inanmıyorduk. Haberlerde ismi söylendi. Babamı da kumpasa dahil ettiler ve tutuksuz yargılanmasına karar verdiler. Aradan zaman geçti, bir cuma günü yeni bir karar daha verdiler, tutuklu yargılanacaktı. Pazar günü oturduğumuz askeri lojmana geldiler. Tutuklamaya geldiklerinde ilkokul ikiye giden kardeşime top almaya gitmişlerdi. Babam, onun psikolojisini ayakta tutmaya çalışıyordu. Çünkü Onur, sürekli ‘Baba, bütün arkadaşlarımın babalarını götürüyorlar. Seni de mi götürecekler’ diye sorardı. Küçücüktü yavrum ya. Babam da ona, ‘Her zamanki gibi seyire gideceğim’ derdi. Bir anda annemle ben kapıda inzibatları görünce telaşlandık. Babamı arıyoruz, telefonu cevap vermiyor. Neyse sonunda eve geldiler. Annem kardeşimle kaldı, ben babamın arkadaşlarıyla İstanbul’a gittim, yalnız bırakamam dedim. Nöbetçi mahkemeye çıkacak, tutuksuz yargılayacaklar, ben de babamı alıp eve geri döneceğim diye umut ediyorum.”

SÜREKLİ DEPRESİFTİM

Ama öyle olmadı, İnci’nin babası adliyede elinde bir kâğıt parçasıyla yanına geldi, “Her şey bitti kızım” dedi: “Babamı o gece hastaneye kaldırdık. Bir yandan acıkmış mıdır diye düşünüyorum. Sandviç almaya gidiyorum, yanıma telaştan cüzdan bile almamışım. Oradakilerden para istiyorum falan. O çok kötü gecenin sonunda babamı cezaevine bıraktım ve eve döndüm. Annem çok üzgündü. Bir yandan da kardeşimi babamın seyre gittiğine inandırmaya çalışıyorduk. İnanmıyordu kardeşim, ‘Ne seyri, kaç kez seyre gitti, askerler hiç kapıya gelmedi’ deyip duruyordu. Lojmanlarda arkadaşlarının babaları da aynı şeyi yaşadı çünkü. Sonra anlattılar ama daha çocuk, açık görüşlerde babasının elinden tutup ‘Hadi gidelim’ diye çekiştiriyordu.”

Onların evinde haber programı dışında bir şey izlenmiyordu. O süreçte bazı gazetelerin yazdıkları, televizyonda konuşanların söylediklerinden epey etkilendiğini söylüyor İnci: “Sürekli depresiftim. Bazı gazetelerin yazdıkları karşısında ‘Öyle değil’ diye çığlık atmak istiyorsunuz. Ama sesinizi çıkaramıyorsunuz. Anlatamıyorsunuz derdinizi. O dönem yalnız bırakıldık desem doğru olur. Sonradan bazı şeyler ortaya çıktı ama bizim iki yılımıza, kiminin 5-6 senesine mal oldu.”

DURUMUMUZ KÖTÜLEŞTİ

“Aman ne olacak, iki sene fazla değil canım” diyenler olmuş: “50 küsur yaşındaydı, o iki senenin sonunda çok zayıflamış ve saçları bembeyaz olmuş şekilde çıktı cezaevinden. Bu iki sene onun ömründen belki 10-15 sene götürdü. Kardeşimin çocukluğunu, benim de genç kızlığımı çaldılar. Hâlâ ‘Bana bir masal anlat baba’ şarkısını dinleyemiyorum biliyor musunuz? Sürekli aklım o dönemlere gidiyor.” Herkes kendi yaşadığını biliyor, herkes acısını yaşıyor. Kimse kimsenin derdini anlamıyor. İnci, o günlerde tam da üniversiteye hazırlanıyor. O yüzden iyi derece yapamadığını söylüyor. O kadar moralsiz ki sınava odaklanamıyor: “5-10 dakika boyunca ağladım sınavda. Aklımda hep ‘Babama ne diyeceğim, çok üzülecek’ kaygısı vardı. O kadar büyük bir stres ki üzerimdeki. O dönem aslında Viyana Teknik Üniversitesi’ne gitmeyi çok istemiştim. Ama gidemedim, çünkü maddi açıdan durumumuz kötüleşmişti. Babamın maaşından belli bir kısım alıyorduk, yetmiyordu. O bana engel oldu.”

Kâbus bitmiş, her şeyin bir kumpas olduğu anlaşılınca babalar yuvalarına kavuşmuştu. O günlerin “biraz garip” olduğunu söylüyor İnci: “İki sene farklı hayatlar sürmüşüz. Adaptasyonda zorlandık. Babamla dışarı çıktık, araba kullanmayı unutmuştu. Eve geldiğimiz zaman ailece ilk yemeğimizi yedik, çok güzel bir duyguydu. Annemle haber programları izlerdik, babam hiç izlemek, dinlemek istemedi. Bir süre böyle gitti, sonra normale döndü.” 

ÇOK GEÇ ANLAŞILDI

Kumpas olduğu ilan edildiğinde İnci’nin aklından geçen ilk cümle, “Bu kadar geç mi anlaşılmalıydı” oldu. Bu kadar ucuz muydu insan hayatı, keşke hiç yaşanmasaydı. Söyleşiyi bu yüzden kabul ettiğini söylüyor, unutulmasın diye…

Yine yaşanmasın diye…

Peki, bugün… O günlerden geriye sadece üzgün anılar mı kaldı, travmalar mı? İnci hâlâ etkisini hissettiğini söylüyor: “Hâlâ en büyük korkum babamı çok üzmek. Asla üzülsün istemiyorum. Sürekli başarılı olayım, hep benimle gurur duysun istiyorum. ‘O kadar acı yaşadık, hepsi çocuklarımız içindi ama değdi’ desin istiyorum. En ufak bir şey bu yüzden beni yıkabiliyor, babam üzülecek diye korkuyorum. Arkasına yaslanıp mutlu olsun istiyorum, kendimi yiyip bitiriyorum o mutlu olsun diye.”

İnci, babası Engin Kılıç ile… 

TÜRKİYE’YE BORCUM VAR

İnci, şimdi İsveç’te Kraliyet Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladı. Araştırmacı mühendis… Doktora için başvurularını yaptı. Türkiye’ye dönmek istiyor: “Benim babam gibi dedem de askerdi. Çocukluğumdan beri vatan, millet, devlet sevgisi ve Atatürk aşkıyla büyüdüm. Babamın bana söylediği şuydu: Sana ev, araba bırakabiliriz ama sahip olduğun meslek senin altın bileziğin. Ülkene, vatanına, milletine yararlı işler yapacaksın. Benim amacım da bu. Türkiye’ye döneceğim ve faydalı olacağım. Ne yaşanmış olursa olursa ben Türküm ve aldığım bu eğitimi bile bana Türkiye sağladı. Babam birçok yurtdışı görevine gitti; orada edindiğim vizyon, aldığım eğitim devlet sayesinde oldu. Ben bunu bir borç olarak görüyorum.”

Adaletsizlik, İnci’yle babasının hayatından iki yıl aldı, o hâlâ borç ödemekten bahsediyor… Bu sözler karşısında insan gurur duyuyor duymasına da “Neden yaşandı” tüm bunlar demeden edemiyor…

Balyoz kumpası mağdurlarının çocukları anlatıyor: Gün geldi parasızlıktan minibüse binemedik

Paraları yetmediği için minibüse binemedikleri de oldu, harçlığını test kitabı almak için biriktirmek zorunda kalan da… Bale gösterisinde gözü hep seyircilerin arasında babasını arayan da… Çocukluğuna Balyoz inenler anlatmaya devam ediyor. Bugün Benan ve Eylül ile birlikteyiz: “Biz bunları neden yaşadık?”

Benan 24 yaşında. Babası emekli Kurmay Albay Koray Eryaşa, Balyoz kumpası yüzünden 40 ay yatmak üzere hapse girdiğinde Benan 14’ündeydi. Üstelik doğum günüydü. O gün okullar açılmıştı. Başarılı bir puanla kazandığı yeni okuluna başlayacaktı. Anlatıyor o günleri: “Okulu kazandığım için çok mutlu olmam gerekiyordu. Ancak birkaç gün önce babamın yemek yememeye başladığını görmüş, neşem kaçmıştı. Sonradan duydum ki babam tutuklanacakmış. 14 yaşındayım, algılayamıyorum da. Liseye başlayacağım gündü. Annem biriyle telefonda konuşurken ağlıyordu, o an ‘Bitti’ dedim. Bitmişti sahiden: Okula başladığım gün giden babam, mezun olduğumda geri döndü.” İlk zamanlar çok da anlamamış başlarına geleni. Öyle ya; bir denizci ailesi olarak babasının tatbikatta olmasına alışıktı. Sanki babası tekrar tatbikata gitmişti ve gelecekti! Ablası Malezya’daydı. Ona uzun süre söylemediler. Hatta baba Koray Eryaşa, onu cezaevinden arıyor, ama dışarıdan aradığını söylüyordu.

Benan, babası Koray Eryaşa ile… 

‘AĞLAMA KIZ, YÜRÜRÜZ!’

Benan günler geçtikçe anlamaya başlamıştı. Babası tatbikatta değildi. Çok sarsılmışlardı ailece, ama güçlü anne yıkılmalarını önledi. Bakın Benan o günleri nasıl hatırlıyor: “Bizden çok şey alındı. Babamız alındı, mental sağlığımız alındı, paramız alındı, her şeyimiz alındı. Elimizde kalan tek şey aile bağımızdı. Bazen onu bile zorladılar. O kadar depresyondaydım ki anneyle kızı arasında olmaması gereken kavgalar başladı. Paramız çıkışmadığı için dolmuşa binemediğimizde annem ağlama krizine girince, ‘Aaaaa neden ağlıyorsun kız, yürüyüş yaparız’ diyerek espriye vurduğumu, tepeye tırmandığımızı hatırlıyorum. Bunu 14 yaşındaki bir kıza yaşatmamaları gerekiyordu.”

Çok zor durumda bırakıldıklarını söylüyor: “Bazı insanların durumu çok iyiydi ama doğrusu bizimki o kadar iyi değildi. Öğlen arkadaşlarım yemeğe çıkardı, o bir saatlik süreden nefret ederdim, çünkü ben sınıfta oturup beklemek zorundaydım. Harçlığımı yemeğe vermek istemiyordum, çünkü o parayı biriktirip test kitabı alacaktım. Bu olgunluğu hiç bu kadar erken yaşamamam gerekiyordu ama maalesef yaşadım işte. Bakın ben tüm imkânsızlıklara rağmen buraya geldim, Almanca kursumdan gelen 50 kişiydik ve bir tek ben kaldım. Çok çalıştım, çok güçlüydüm, o kadar güçlü olmasaydım kendimi öldürebilirdim. Çok kötü bir durumdaydık.”  

14 YAŞINDA, 22 GİBİ…

Haksızlığa tahammül edemeyen, hırçın biri olmuş sonunda: “Erken büyümek zorunda kaldım. Arkadaşlarım eğlenirken ben evde oturuyordum. Annem bana 5 lira veriyordu, o dönemde kantinden iki günlük yemek alacağınız para, ben bir hafta kullanıyordum. Ama arkadaşlarım çok iyiydi. Hatta hepsi şimdi nasıl değiştiğimi görüyor, Geçmişte o kadar agresiftim ki… Evde erkek yok, her şeyi ben tamir ediyorum. Annem üzülmesin diye daha hassas davranıyordum. Bir noktada bencilce bir konuşma olacak belki ama bizim yaşımızdakiler bence bu olayı daha ağır atlattı. Ergenlik dönemindesiniz ve babanız elinizden alınıyor. 14 yaşındaydım ve 22 yaşında gibi davranmaya başlamıştım.”

Benan o günleri anlatırken  gözyaşlarını tutamıyor. Öğretmenlerine “Hocam ben yarın sizden etüt alamayacağım, çünkü hapishaneye gitmek zorundayım” demek durumunda kaldığını söylüyor, “Bu, 14 yaşında çocuğun kurmak zorunda olduğu bir cümle miydi?” diye soruyor.

NE GEREK VARDI Kİ?

Babası eve döndüğünde neler hissettiğini anlatırken o çok sevdiği, kötü günlerinde sarılıp teselli bulduğu kedisiyle bir anısını da anlatıyor: “Kedimin adı Serseri. İkimiz de başak burcuyuz ve onu çok seviyorum. Dört yıl sonra babam geldiğinde şöyle bir durum yaşadım: Evde bir erkek var. Utanmıştım başta. Kahvaltı masasına gitmek üzere odamdan çıkıyorum, Serseri kapıdan bakıyor, ben de eğilip baktım, babam orada, Serseri ona kaçamak bakış atıyor, göz göze geldik… Çünkü evde erkek olmasına alışık değiliz.”

Peki, babasında bir değişiklik var mıydı?

“Bana yansıtmadı ama bu, babamın kalbinin kırık olmadığını göstermiyor. İyi bir baba olduğu için bana hissettirmedi. İşini elinden aldılar, özgürlüklerini aldılar. Nasıl kalpleri kırık olmasın.”

“Geçmişe baktığında neyi affetmezsin?” diye soruyorum: “O dönemde çok yakınımızdaki insanların bizi sırtımızdan vurduğu oldu. Çok yakın arkadaşlarım dahil… Ama affetmeyeceğim kimse yok, affetmezsem devam edemem. Ben ilerlemek istiyorum ama unutmayacağım: Küçücük bir çocuğa nefret cümleleri kurduranları unutmayacağım.” Yaşadıkları karakterini değiştirmiş:” Mesela Avrupa’da bazen ırkçılığa maruz kalıyorum. O zaman gürlemediğim insan kalmıyor. Tek başıma dekana bağırıyorum. Hele benim yanımda birine zorbalık yapılsın, travma etkisi olarak bağırmaya başlıyorum. Kimsenin hakkı yensin istemiyorum.”

Şimdi Viyana’da mimarlık okuyor. Bu görüşmeyi Zoom üzerinden yaptık. “Dönmeyi düşünüyor musun” diye soruyorum, işte cevabı: “Mimari açıdan, Türkiye’ye dönüp öğrendiklerimi uygulamayı çok istiyorum. Ancak benim düşünce tarzımın şu anda Türkiye’ye uyacağını sanmıyorum. Daha lisede bile uymuyorken, bugün öğrendiklerimi asla Türkiye’de uygulayamam. Biz muazzam olan eski binalarımızı neden yıktık, kimliğimizi neden koruyamadık? Eski İzmir evleri diye arama motoruna yazıyorum, bir iki fotoğraf ancak bulabiliyorum. Bizim ülkemizdeki eğitim sistemi benim gibi insanları cezalandırıyor.”

Peki kafasında “Neden bunları yaşadık” diye bir soru var mı?

O, soruyu değiştiriyor, “Ne gerek vardı ki” diyor daha çok: “Ailemde kimse suç işlememişken ben niye hapishanenin içini öğrenmek zorunda kaldım? Ben niye etüt yerine cezaevine gitmek zorunda kaldım? Arkadaşlarım hamburgerciye giderken ben niye acaba evde paramız var mı diye düşünmek zorunda kaldım? Biz bunları neden yaşadık?”

İnsanın içini yakıp geçen sorular bunlar… Sahi Benan bunları neden yaşadı?


MÜZİK ZEVKİNİN TEMELİ CEZAEVİNDE ATILDI

Babası emekli Deniz Kurmay Albay Mücahit Erakyol, Kafes ve Balyoz davasından 4.5 yıl yatmak üzere cezaevine gittiğinde Eylül henüz beş yaşındaydı. Daha babasının tutuklandığını hatırlamayacak kadar küçüktü yani. İlkokula başladığında bir akrabaları ağzından kaçırmış, annesi ona anlatmak durumunda kalmış. O zamana kadar babasını Afganistan’da görevde sanıyordu. Hatta bir gün gelmediğini görünce bir akrabasına babasının öldüğünü söyleyivermişti.

“İçimde haksızlığa karşı büyük bir öfke birikmeye başlamıştı” diyor Eylül. Nasıl olmasın ki?

O kabus günleri anlatıyor: “9 yaşındaydım. Bir pazar sabahıydı, uyandım. İçeriden bir adam sesi geliyordu, şoke olmuştum. Babam zannettim. O kadar heyecanlandım ki kalbim küt küt atıyordu. Hızlı hızlı giyindim, içeri koştum. Bir baktım ses televizyondandı. Annem kahvaltı hazırlamıştı, masada tek başınaydı. Hayal kırıklığımı çok net hatırlıyorum.”

Eylül, babası Mücahit Erakyol ile…

CEZAEVİNDE ROCK MÜZİK

Küçücük bir kız çocuğunun hayal kırıklığı…

Babası İstanbul’daki cezaevindeyken ayda bir gün görüşüyorlardı. Son bir senede İzmir’e nakil olmuştu; o zaman haftada bir gün görmeye başladı. Çocukluk anılarında hep cezaevi var, anlatıyor: “Görüşe gittiğimiz yerde masalar vardı, etrafta askerler geziniyordu. Süremiz çok kısıtlıydı: 40 dakika. Annem ona yemek götürmek istiyordu. Gizli gizli içeri sokmaya çalışıyor ama yakalanıyor, sonunda da sokamıyorduk. Babam gazeteleri kesip bir şeyler yapıyordu, ben gittiğimde oynuyorduk. Bir de MP3 çalar almıştı. İçinde müzik vardı. Cezaevine gittiğimde bana müzik dinletiyordu.”

Baba-kız rock müzik dinliyor; Eylül’ün müzik zevkinin temelleri de cezaevinde atılıyor. Öyle ki şu anda basgitar çalıyor, söz yazıyor, şarkı söylüyor, rock müzik yapıyor. Okulda grupları bile olmuş. 

O zamanlar da ortada büyük bir haksızlık olduğunun farkındaydı. Diyor ki: “Bütün arkadaşlarımın anne babaları okula gelirdi, benim babam gelmiyordu. On bir yıl bale yaptım. 4.5 yıl babam gösterilerimi izleyemedi, gözüm onu arardı. Hep annemle ikimizdik. Benimle yaşıt kuzenim var. Onun babası da asker, ama emekli olmuştu. ‘Benim babam son anda kurtuldu ancak Eylül’ün babası yok’ diyordu, ona üzülmüştüm. Annem de çalıştığı için bazı şeyleri tek başına yapmak zorunda kalıyordum. Annemin mutsuzluğunu da hissediyordum. Bu durumu kafaya takıyordum. Şu anda bana ya da başkasına yapılsın, fark etmez, en küçük bir iftirayı kaldıramıyorum.” 

ACINMASI GEREKEN KİŞİ!

Kenara çekilip tek başına “Bunu hak ettik mi, biz ne yaptık” diye ağladığı zamanlar oldu. Ama bir yandan da annesine destek olmaya çalışıyordu. Üzüntülerini dışarı vurmamaya çalışıyorlardı: “Annemdeki kırgınlığı, kendimdeki öfkeyi fark ettiğim için belki de bilmiyorum, üniversitede psikoloji okumak istiyorum.” 2018’de dershaneye gidiyor Eylül, bir grup yaşıtı ismini Google’da aratıyor, ailesiyle ilgili yazılanları okuyorlar. İşte üzüldüğü bir an daha: “Birdenbire acınması gereken bir kişiymişim gibi davrandılar bana. Açıkladım onlara da ama neden bunları konuşmak zorunda kaldık ki bizim babamız suçlu değildi sonuçta…”

Bir gün bahçede arkadaşlarıyla oynuyorken annesi yanına gelmiş koşarak, “Haydi Eylül, baban çıkıyor, onu almaya gidiyoruz” demiş.. Arabayı kurdelelerle süslemişler. Cezaevinin önü çok kalabalık, herkesin elinde bayrak, heyecanla bekliyormuş. Ve mutlu son… 

Babası çıktığından beri ailesiyle hiç ayrılmadan mutlu yaşıyor.

Üniversiteye hazırlanıyor, Türkiye’de okuyacak, “Dövizin durumu malum” diyor. Sonra yüksek lisans için yurtdışına gitmek istiyor. Gönlü geleceğini burada, ülkesinde kurmak istiyor ama güven duygusunun zedelendiğini söylüyor. “Son dönemde de görüyoruz, haksız yere birçok insan hapse atılıyor. İnsanın kendi ülkesinde kendini güvende hissetmemesi çok kötü bir şey” diyor…

Bu çocuklar kısacık bir ömre sığdırılan upuzun bir hayatta bedel ödemiş, hâlâ da ödüyor. Peki, niye kimseye fatura çıkmıyor?

Fidanları kırmayalım, budamayalım! Ve dileriz ki başta “Balyoz’la erken büyüyen çocuklar” olmak üzere hiçbir yavrumuz haksızlık, hukuksuzlukla yetişmesin, yaşamasın, geleceğe umutla baksın…

Scroll to Top