11 Şubat 2011, Bir Tutuklamadan Çok Fazlası…

Bugün 11 Şubat. Belki bu tarih çoğunuz için pek bir anlam taşımıyor fakat aslında ülkemizde hainlerin neler yapabileceğini anlatması açısından önemli bir gün. Okuyacağınız bu yazıdan amaç; “Asrın İhaneti Balyoz Davası” kapsamında 11 Şubat 2011 tarihinde, tam on yıl önce yapılan toplu tutuklamalar ve sonuçları hakkında fikir paylaşımında bulunmak ve beyin fırtınası yapmaktır. Bu olay içinde birçok öğe barındıran çok kapsamlı bir senaryodur. Bu senaryo içerisinde zoraki yer almak durumunda kaldım. Lice dağlarında terörist kovalarken bir gün aniden “Balyoz Davası” diye adlandırılan asrın iftirası ve bir hukuk garabetinin içerisine dâhil edildim. Sonuçta 32 ay Askeri Cezaevlerinde yaşanan zoraki bir mahpusluğum oldu. Hainler tarafından 16 yıl ceza aldığım suratıma okundu. Üzerinden onlarca yıl geçti, beraat ettim sonunda. Fakat o günden beri merak ederim, nasıl oldu böyle bir aymazlık diye? Türk Devleti böyle bir şeye nasıl müsaade etti, anlaşılır gibi değil. Bu konunun ülkemiz için bir beka sorunu olduğunu değerlendiriyorum. Bu yüzden onlarca sene geçse de unutmayacak, unutturmayacağız.

Türkiye bu senaryoyu yaşadı. Senaryonun birçok karakteri hala yaşıyorlar. Baştan peşin olarak hatırlatıyorum. Acı olan senaryonun hala mutlu sonla sonuçlanmadığıdır. Çünkü senaryo bitmiyor. Bitirilmek istenmiyor belki de. Çünkü bitmesi, hainlerin ortaya çıkartılması için ortak bir birliktelik, ortak bir mücadele gerekiyor. Bunun da olması şimdilik mümkün görünmüyor. Bugün çözemezsek muhakkak bir gün birileri çözecektir. Evlatlarımıza da sonlandırmak, ortaya çıkartmak en büyük vasiyetimizdir. Hal böyle olunca sonunun size bırakıldığı filmler vardır ya, yoruma açık, işte böyle belirsizliklerle sonuçlanan bir senaryo üzerine konuşacağız…

Hadi başlayalım. Rahmetli Turhan Selçuk’un tabiri ile 32 Kısım Tekmili birden “Asrın İhaneti Balyoz Davası…”

ASRIN İHANETİ BALYOZ DAVASININ TEMELLERİ NASIL ATILDI? DAVA ÖNCESİ ORTAMIN ŞEKİLLENDİRİLMESİ NASIL GERÇEKLEŞTİ?

AKP’nin 2002 seçimleri sonrası tek başına iktidara gelmesi yeni bir şeylerin habercisi gibiydi. AKP ve RTE, “İleri Demokrasi” diyor, başka bir şey demiyordu. İleri demokrasinin önünde en büyük engel TSK ve bu kapsamda “Askeri Vesayet” görülüyordu. TSK’nin kontrol altına alınması AKP iktidarının en öncelikli görevlerinden biriydi.

ABD, AB ve batılı ülkeler de bu konudan çok muzdaripti. Bu ülke ve organizasyonlarla ilişkilerde ve sorunlara dayatılan çözümlere karşı, asker direniyor, muhalif görüş bildiriyordu. Asker çok oluyor, haliyle Türkiye’nin en büyük sorunu asker-sivil ilişkileri görülüyordu. Bu tespitleri içeren yabancı kaynaklı rapor üzerine rapor yayınlanıyordu. Bu konuda Avrupa Birliği’nin 2010 öncesi ve sonrası Türkiye Raporlarına ve ABD kaynaklı yayınlanan raporlara bakmak yeterli olur sanırım.

Bunun yanında bir rapora da, ben dikkat çekeceğim. Bu rapor; Hollanda merkezli Avrupa Güvenlik Araştırmaları Merkezi-(Centre For European Security Studies -CESS) raporuydu. Bu rapor Hollanda Dışişlerinin mali katkısı ve teşvikiyle hazırlanmıştı. Raporda, Türkiye’den istenenler çok net olarak açıklanıyor ve özetle şunlar yer alıyordu:

· TSK’nin siyasi gücü azaltılmalıdır.

· Sivil makamlar ulusal güvenlik stratejisinin hazırlanmasında ve uygulanmasında denetleyici rol oynamalıdır. Savunma harcamalarında Meclis denetimi tam olarak sağlanmalıdır.

· Genelkurmay Başkanı, Savunma Bakanı’na bağlanmalıdır.

· Generaller, Anayasanın koruyucusu değil, hizmetkârı olmalıdır.

· Generaller hükümeti, Siyasi İslam ve Kürt Ayrımcılığı konusunda gerekli biçimde hareket etmediğine veya edemediğine inandıklarında uyarmakta, hükümete ve bakanlara baskı yapmaktadırlar. Bu önlenmelidir.

· TSK, tartışmasız biçimde hükümete bağlı olmalı, Genelkurmay Başkanı sadece kendi alanında demeç vermelidir.

· Yüksek Düzeyli Subaylar, sadece MSB’nin izniyle açıklamalar yapabilmelidir.

· Askerler, Kıbrıs, Ermeni ilişkileri, Laiklik, Kürt Meselesi, PKK ile mücadele ve Kuzey Irak gibi konular da olur olmaz açıklama yapmamalıdır.

· Asker sayısı azaltılmalıdır.

· 

ABANT TOPLANTILARI VE SENARYO ŞEKİLLENİYOR…

Bunlar raporda yazıyordu da peki nasıl uygulamaya geçirilecekti. Kolay bir şey değildi, Türkiye’de yılların TSK- Sivil ilişkilerini değiştirmek. TSK’nin yola getirilmesi ve komuta kademesini yapılandırma süreci nasıl aşılacaktı? Bu konuda beyin fırtınası yapanlar çoktu. Siyasi iktidarın Fetullah Gülen ile ilişkilerinin iyi olduğu günlerdi. Birbirlerine ne isteseler veriyor, parsel parsel paylaşıyor ve Türkçe Olimpiyatlarında FETÖ’ye dön çağrısı yapılıyor, hatıra paraları basılıyordu. Kutlu Doğum Haftaları da pek bir meşhurdu. Çok güzel gidiyordu, aralar çok iyiydi. Konuyu çözme işine FETÖ soyundu. FETÖ, siyaset, TSK, emniyet, hukuk, ekonomi ve bürokrasi içerisinde kayda değer bir yapılanmaya sahip olmuştu. Yıllardır ilmik ilmik bu yapılanmayı örüyorlardı. Başarılı da olmuşlardı. Bu yapılanma gün geçtikçe de güçleniyordu. Çözerlerdi de konunun Anayasal ve bürokratik engelleri vardı. Bu da işin siyaseten ve hukuken halledilmesi demekti. Siyasi iktidar için işin bu yanı kolaydı. Siyasi çoğunluk vardı. Bu iş halledilecekti.

FETÖ işe başladı. İşin fikirsel bazda pişirilmesi lazımdı. Abant toplantıları bu iş için biçilmez kaftandı. Türkiye’de yeni anayasa dayatmalarından, sözde demokrasi arayışlarına kadar Amerikan dayatmalarının ders haline getirildiği yer, Abant Toplantılarıydı. Bu kapsamda, Abant’ta bir beyin fırtınası yapıldı… İşte o toplantıların gediklilerinden Alper Görmüş, “Askeri vesayet nasıl kırılır?” sorusunun bu toplantılarda nasıl tartışıldığını Taraf Gazetesinde şöyle açıkladı;

“Toplantının ‘radikal demokrat’ atmosferi hepimizi etkiledi, hepimiz biraz uçtuk. Aramızdan biri; belki de askeri vesayeti ortadan kaldırmanın yegâne yolunun, başarısız kalmış bir askeri darbe girişiminin ardından eski ve yeni darbecilerin derdest edilip yargılanmaları olduğunu savundu. Bunun gibi bir sürü fikir, temenni, öneri birbiriyle çarpıştı… Şimdi düşünüyorum da, o toplantıda kim bilir ne notlar tutmuştuk… Yine düşünüyorum, o gün ‘Eski Türkiye’nin refleksi bir kez daha canlansaydı ve birileri o ‘meş’ûm’ toplantıyı basıp not defterlerimizi ele geçirseydi… Bilahare o defterleri Hürriyet gazetesine sızdırsaydı… Hürriyet, ‘demokrat geçinen’ profesör ve gazetecilerin gerçekte Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı komplo kuran, kin ve nefret kusan hainler olduğunu yazsaydı… Oktay Ekşi, bir ‘alçakları tanıyalım’ yazısı patlatsaydı…”

Çözüm uçuk da olsa kafalarda yerini aldı…

Zaman gazetesi Abant Toplantılarına çok ilgiliydi.

TEST SÜRÜŞLERİ VE GELEN BAŞARI…

Abant Toplantılarının ilkinin 1998 yılında yapıldığı ve bu tarihten sonra her yıl tekrar edildiği düşünüldüğünde, olayların ve senaryonun çok önceden yazılmaya başladığı anlaşılıyor. Alper Görmüş’ün, 04 Kasım 2011’de, Taraf Gazetesindeki bu yazısı ile açığa çıkana kadar TSK’nın bilgisi olmadan, neler düşünüldüğü ve hazırlandığı ortaya çıkıyor.

Asrın İhaneti Balyoz Davasını daha da anlaşılır hale getirmek için biraz geriye doğru filmi sarmak gerekiyor. İlk bağlamda, 2007 yılında Ergenekon Davası süreci başladığında, önce emekli subay ve astsubaylar ile soruşturma süreci başlamış, TSK’nın sessiz kalması üzerine kuvvet ve/veya ordu komutanlığı yapmış olan emekli Orgeneraller, General/Amiraller ile muvazzaf Teğmenler (Teğmen Mehmet Ali Çelebi gibi) çuvalın içine atılmaya başlanmış ve testlere devam edilmiştir. Sonrasında hedef kitle içerisinde yavaş yavaş muvazzaf diğer rütbeli askerlere yer verilmiş, sessizliğin devam ettiği görülünce vites büyütülmüştür.

Gazeteciler Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun kaleme aldığı “Sızıntı” kitabında, WikiLeaks’ten sızan ABD kriptolarına göre, ‘Türk polisi’ tarafından, 21 Kasım 2008 tarihinde, Ankara’da bulunan ABD Büyükelçiliği’nde (O dönemin ABD Büyükelçisi James Jeffry’di) ABD’li yetkililere Ergenekon operasyonu hakkında bir sunum yapılmıştır. Bu sunum ile ortakların sayısı üçe çıktı, iktidar, cemaat ve ABD/CIA ortaklığı oluştu.

Ergenekon Davası görülmeye başladığında yeni bir aşamaya geçilmişti. İlk olarak 2009 yılının Nisan ayında Poyrazköy Davasının temelini teşkil eden kazılar ve SAT Komandolarının tutuklanması gündeme geldi. Arkasından o yılın YAŞ öncesinde terfi durumunda olan kurmay albayların durumu ve TSK’nın buna karşı tutumu kontrol altına alınmalıydı. Haziran 2009 ayına gelindiğinde bu defa Deniz Kuvvetlerinden Kurmay Albaylar ifadeye çağrıldı ancak adli kontrol kararı ile yurtdışına çıkışları yasaklanarak serbest bırakıldı.

TSK’nın sessizliğinin devam etmesi hem iktidara hem cemaate hem de üçüncü taraf durumunda olan ABD/CIA’ye güç verdi, bu deneyim, üçlüye artık önlerinde engel olarak gördüklerini temizlemek için hukukun nasıl kullanılacağını öğretti. 2009 yılında taşeron cemaat aracı hızlanmış, öncelikleri denizciler olmak üzere muvazzaf teğmen, albay derken sıra amirallere/generallere gelmişti. Hukuksuzluğa dur diyen yoktu. Poyrazköy, Amirallere Suikast, Kafes Eylem Planı, ÇYDD gibi isimli kumpas davalarda hemen her gün subaylar ve general/amiraller ifade vermeye çağrılıyor, tutuklanıyor, serbest bırakılıyor, tekrar tutuklanıyor ama TSK komuta kademesi sessiz sedasız olanları izliyordu. Tüm yapılan testler başarı ile sonuçlanınca sıra, TSK’nın en kalabalık ve karar süreçlerinde en etkin kuvveti olan Kara Kuvvetlerine, daha sonra diğer kuvvetleri Hava ve Jandarmaya gelmişti. İşte bu evrede Balyoz Davasının devreye sokulması ve TSK’nın komple çökertilmesi aşamasına geçildi.

Ne denmişti, “Bize başarısız bir darbe girişimi lazım. Sonrası bizde…”

BİR ASKERİ SEMİNERDEN FAZLASI…

Biraz araştırıldı. 5–7 Mart 2003 tarihinde 1’nci Ordu’da yapılan bir Plan Semineri vardı. Seminerler bir senaryo kapsamında askerlerin durum muhakemeleri yaptıkları ve düşman ülkelere karşı var olan planları geliştirdikleri bir ortamdır. Bu seminer içeriği ile bir değişikti, ilginç konular öne çıkmıştı. Diğer seminerlerden farklı olarak bu seminer senaryosu içerisinde ülke içerisinde irticai kalkışma hareketleri vardı, Kuzey Irak’ta bir Kürt Devletinin kurulması vardı, Kıbrıs’ta ve Ege’de Yunanistan’ın oldubittileri (Yunanistan’ın sözde bir 12 mil ilanı vardır, AB Yunanistan yanında yer alır gibi…) vardı da vardı. Esas önemli olan ülke içerisinde iç karışıklıklar ve dış tehditler karşısında Sıkıyönetime giden bir süreç işleniyordu. Seminerin bir darbe ile yakından uzaktan ilgisi yoktu ama sıkıyönetim tartışmaları işin içinde olunca bu seminerden bir darbe girişimi rahatlıkla yaratılırdı. Seminerin ses kayıtları da vardı. Bu ses kayıtlarında Org. Çetin Doğan’ın sorularına, ast komutanlar bazen biraz da coşarak üst perdeden cevaplar veriyorlardı (Abant Toplantılarında coşulduğu gibi!!!). Seminer 2003’te olmuştu, şimdi 2010’du. Üzerinden çok da zaman geçmişti, seminere katılanlar bile doğru dürüst semineri hatırlamıyorlardı. Üst komutanların ve subayların birçoğu emekli olmuşlardı. Artık çok da hatırlanmayan bir seminer üzerinden sanki darbe planlaması yapılmış gibi sansasyonel bilgilerin paylaşılması kamuoyunda bir etki yaratırdı… Üzerinden çok seneler geçtiği için 1’inci Ordu’da da bu ses kayıtları, seminer ile ilgili bilgiler çoktan unutulmuş ve arşivin tozlu raflarına girmişti. Pek de işe yaramayan, unutulmuş bu kayıtlar karargâh dışına çıkartılabilirse düğmeye basılırdı. Ne dedik, FETÖ artık kuvvetliydi, adamları vardı her yerde. Bir mürit paketledi, dışarı çıkardı belgeleri, kayıtları. Bir de tetikçi gazete ve gazeteci bulundu. Medyada da artık FETÖ kuvvetli hala gelmişti. Samanyolu TV, Taraf ve Zaman Gazetesi iyi iş görüyordu. Ortam şekillendiriliyor, oyuna başlanıyordu. FETÖ görevini yapıyordu, ama siyasi iktidarın da yapacakları vardı.

HUKUKİ ZEMİN HAZIRLANIYOR.

“Askeri Vesayet” bir şekilde ortadan kaldırılacaktı ama bürokrasi ve devlet yönetimi ile ilgili bazı uygulamaların değiştirilmesine, kanunların çıkartılmasına, organizasyon değişikliklerine ihtiyaç vardı. Parlamento da çoğunluk vardı. Değişiklikler süratle Meclise getiriliyor, Yeni Türkiye kuruluyordu. Herkes şaşkındı, TSK, hukuk, muhalefet, medya neler döndüğünün bilincinde değildi. Bilincinde olanların da sesi kısılmıştı zaten. Hele bir konuşşşşş…

Değişikliklerin bir kısmı Meclis’te halledildi. Bir kısmı da Anayasa değişikliği ile referanduma sunuldu. Referandum ile getirilenler doğru dürüst tartışılamadı, zaten tartışma yapılacak medya da kalmamıştı. Halkın oyuna sunuldu, halk neye oy verdiğini bilmeden referanduma gitti. Referandum ile bir dizi değişiklik kabul edildi. Yine de bu “Yeni Türkiye” için değişiklikler kronolojisini tekrar hatırlatalım… Önemli değişiklikler ve düzenlemeler yapıldı.

· 26 Haziran 2009 günü gece baskını ile AKP, TBMM’de CMK/250 son maddeye değişiklik yapan (Asker kişilerin sivil mahkemelerde yargılanması) yasayı meclisten geçirdi ve tasarı yasalaştı.

· Bu yasaya yönelik olarak CHP, Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açtı.

· 21 Ocak 2010 günü Taraf gazetesinde sahte Balyoz belgeleri ve ses kayıtları yayınlandı, savcılar soruşturma başlattı. Dosya için Mehmet Berk, Bilal Bayraktar ve Ali Haydar adlı savcılar görevlendirildi. Tam düğmeye basılmıştı ki talihsizlik bu ya aynı gün Anayasa Mahkemesi CHP’nin iptal davası hakkında karar verdi, bu yasayı iptal etti. Yasa iptal olduğu için açılan soruşturmanın düşmesi, askeri mahkemelere devri gerekir değil mi? Böyle olmadı, buna rağmen sivil savcılar Balyoz soruşturmasını durdurmadılar!!! Siyasi iktidar da kulağının üstüne yattı. Bu süreç “Bağırsak Temizliği” olarak isimlendirildi. Bu hukuksuzluk böyle 12 Eylül 2010 referandumuna kadar devam etti. Referandum ile minareye güzelce kılıf uyduruldu.

· Özel yetkili savcılar, yaklaşık bir aylık incelemeden sonra 22 Şubat 2010 günü aralarında emekli ve muvazzaf general ve subayların da bulunduğu 49 askeri gözaltına aldı. Gözaltılar bazı askerlerin tutuklanması ile sonuçlandı. Sonra tutuklamalara yapılan itirazlar, tahliyeler ve savcılık itirazı üzerine tekrar tutuklamalar, tahliyeler… Rutin hale gelen hukuksuzluk süreci… Bu arada yandaş medya konuyu kamuoyu gündemine sokuyor, sahte belgeler ve ses kayıtları yazılı ve görsel medya da sayfa sayfa yer alıyordu. Daha ortada sonlanmış bir soruşturma yoktu. Olsun yargısız infaza başlanılmıştı.

FETÖ’cü savcılar tarafından iddianame hazırlandı. 19 Temmuz 2010’da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcıları Mehmet Ergül, Murat Yönder, Süleyman Pehlivan ve Ali Haydar’ın hazırladığı iddianameyi kabul ederek tamamı asker 196 kişi hakkında dava açtı.

· Davaya bakacak olan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, 23 Temmuz 2010’da, Yüksek Askeri Şura’nın başlamasına tam bir hafta kala 102 sanık için kuvvetli suç şüphesi bulunduğu gerekçesiyle yakalama kararı çıkardı. Yakalama kararı çıkarılan muvazzaflar arasında YAŞ’da dosyaları görüşülecek olanlar ciddi bir yekûn oluşturuyordu. Hakkında yakalama kararı çıkarılan sanıklar karara 11’inci Ağır Ceza Mahkemesinde itiraz ettiler. Cumhuriyet Savcısı, 10. Ağır Ceza Mahkemesinin verdiği yakalama kararına, yasalar çerçevesinde itiraz etme hakkının bulunmadığı ancak tutuklama durumunda itiraz edilebileceğini savundu ve itirazların reddi yönünde mütalaada bulundu. Fakat 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi, 101 şüphelinin itirazlarını oy çokluğu ile kabul etti. Bu arada Yüksek Askeri Şura (YAŞ) bu yakalama kararının gölgesinde yapıldı. Haklarında yakalama kararı olan terfileri görüşülecek muvazzafların birçoğunun dosyası YAŞ’da görüşülmedi. Amaç hâsıl olmuştu.

· Asker kişilerin sivil mahkemelerde yargılanmasına ilişkin yasa, 21 Ocak 2010 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Bu arada bu hüküm göz ardı edilerek sivil mahkemelerce asker şahıslar tutuklanmaya devam ediyordu. Yapılan büyük bir hukuksuzluktu. Mızrak çuvala sığmıyordu. AKP tarafından 12 Eylül Anayasa Değişiklik Referandum taslağına bu yasa tekrar ilave edildi ve 12 Eylül 2010 günü referandumdan, meşhur ”YETMEZ AMA EVET” çıktı.

· 12 Eylül 2010 referandumu için FETÖ lideri Gülen “Mezardakileri bile kaldırarak o referandumda “evet oyu kullandırmak lazım. “ dedi. Paslaşma ve dayanışma çok güzel sürdürülüyor, oyun devam ediyordu.

· Bu referandumla HSYK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay yapıları da değiştirildi.

· Mahkeme sözde Balyoz davasının ilk duruşma tarihini de 16 Aralık 2010 olarak belirledi. Duruşmalar, Beşiktaş Adliyesi’nin fiziki koşullarının yetersiz olması nedeniyle Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi’ndeki duruşma salonunda gerçekleşecekti. Böylece uzakta, ulaşım imkânının zor olduğu bir yerde gözden ırak duruşmaların yapılmasının önü açılmış oluyordu. Cezaevi içerisinde oluşturulan devasa bir mahkeme salonu muazzam bir mesaj veriyordu. “Artık bizimsiniz.”

· HSYK, Balyoz Davasının başlamasından 48 saat önce davayı görecek 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi Başkanını değiştirdi. Zira değiştirilen Mahkeme Başkanı çoğu tutuklama kararına şerh koyuyor, yola taş döşüyordu. (Yeni atanan Başkan, Hâkim müsveddesi Ömer Diken olmuştu, 15 Temmuz sonrası FETÖ’den hüküm giydi…)

· Anayasa Referandumu sonrası HSYK için yapılan seçimlerde iktidar yanlısı FETÖ’cü liste firesiz HSYK’ya seçildi.

· “Haberal Davası” diye bilinen tazminat davasında hâkimlere tazminat ödettirilmesine karar verildi, bu da nereden çıkmıştı şimdi? Derhal iktidar tedbirini aldı, bu tür tazminatların devlet tarafından ödenmesi yönünde yasa çıkarttı. Verilen mesaj netti: Mahkemelerin ve kararlarının arkasındayız. (Sonra tekrar bu yasa değiştirildi…)

· ÖYM’lerin kararlarına bakmak üzere Yargıtay’da yeni bir Daire kuruldu. Bu daireye nokta atamalar yapıldı. (Kumpas Davaları onaylayan Yargıtay’ın bu Dairesinin bazı üyeleri 15 Temmuz sonrası hüküm giydiler…)

· Kararları siyasi iktidarca tasvip edilmeyen ÖYM hâkim ve savcıları yapılan atama ve baskılar sonucu görevlerinden uzaklaştırıldı veya ağır ceza mahkemelerinden etkisiz mahkemelere atandı (Çocuk, Ticaret Mahkemeleri gibi).

· Anayasa Mahkemesi’ne yeni üyeler atandı.

· Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne gidişin önünü kesmek için Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Yasası çıkartıldı. (24 Eylül 2012)

· AİHM nezdindeki ülke hâkim kadrosuna İktidar Partisi yanlısı yazılar yazmakta ve Abant Toplantılarına katılmakta olan bir akademisyenin eşi atandı.

· …

Bu kronolojiyi unutmayalım. Önümüze koyalım. Biraz hızlı gittik. Fakat ortam şekillendirilmiş, oyunun devamı için gerekli yatırımlar yapılmıştı.

SAHTE BELGELER NASIL OLUŞTURULUYOR?

En son seminer bilgi ve kayıtlarının dışarıya çıkartılmasına gelmiştik? Şimdi sahte bir darbe planı hazırlanacaktı ya, bu nasıl yapıldı bunu irdeleyelim? Kimler yaptı, kimler işin içerisindeydi?

Elde ne vardı? Bir seminer vardı? Bu seminere ait ses kayıtları, seminerde birliklerin sunumları vardı. Bu sunumlar için bazı yazılı hazırlıklar, resmi yazışmalar vardı. Yeter mi darbe planı için? Yetmez, o halde bu seminer bazı sahteliklerle inandırıcı hale gelmeli, getirilmeli. O halde yeni, sahte bir şeyler üretmek, bu gerçek hazırlıklara sahte bir şeyler eklemek lazım. “Cami Bombalamak, Kendi uçağını düşürmek” gibi hayali, sahte eklemeler de yapılırsa alın size bomba gibi bir senaryo. Ne heyecanlı değil mi? Görevimiz Tehlike dizisi gibi. Başlayalım… Aşağıda anlatılanlar ve isimler tamamıyla açık kaynaktan alınmıştır. Ne derece doğrudur, değildir, adli soruşturma ile incelenmesi gerekir.

Taraf paçavrası, “Cami bombalamak, kendi uçağını düşürmek.” Yalanın sonu yok.

Adı Orhan Aykut’tu. “Matkap” adı verilen 2008 yılında yapılan bir operasyon kapsamında tutuklandı, hakkında dava açıldı. Tutuklandı. Tekirdağ ve Metris Cezaevi’nde yattı. Bu dava sonucunda ceza da aldı. Tahliye edildi. Daha sonra cezası Yargıtay’ca bozuldu. Şimdi de aramızdadır.

Kendisini eski bir ülkücü olarak tanıtan Orhan Aykut, tutuklu iken 13 Aralık 2010’da Tekirdağ Cumhuriyet Savcılığı’na başvurarak Ergenekon ve Balyoz davaları ile ilgili bir suç duyurusunda bulundu. Sıkı durun, sahte belgeler nasıl üretildi, önemli açıklamalarda ve iddialarda bulundu.

Aykut, Balyoz Davası dosyalarının bir bavul içinde, Amerikalı bir senatör ve ordudan ayrılma bir binbaşı tarafından 22. Dönem AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’ın ofisine getirildiğini ileri sürdü. Aykut belgelerin burada sıraya dizildiğini, bazılarına eklemeler yapıldığını, bazılarının üzerinde oynandığını da suç duyurusunda iddia etti. İlave olarak Ergenekon Davası’na ilişkinde iddialarda bulundu. İddiaların detayları şu şekildeydi;

Orhan Aykut’un iddiaları

1- Ergenekon silahları olarak bilinen ve gömülü olarak bulunan silahları kimin gömdüğünü biliyorum.

2- Aynı kişiler henüz bulunmamış silah ve mühimmat da gömdüler, bunların yerini biliyorum.

3- Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan askeri rütbeli kişiler hakkında bilgiler topluyor, Ankara’daki 22 katlı binasının 5’inci katında bu belgeler üzerinde ilaveler yaptırıyor ve bazı sahte belgeler oluşturuyor.

4- Eski Van Savcısı Ferhat Sarıkaya, İhsan Arslan’a sahte belge hazırlama ve bilgi toplama işinde yardım ediyor.

5- Amerikalı bir senatör ve ordudan ayrılma uzun saçlı bir subay Balyoz Davasına neden olan belgeleri bir çuval içinde getirerek İstanbul 4. Levent’teki bir otelde benim de bulunduğum sırada İhsan Arslan’a teslim etti.

6- Çuval içindeki belgeleri İhsan Arslan bizzat kendi aracı ile Ankara’ya götürdü, söz konusu 22 katlı binanın 5’inci katında bu belgelere eklemeler yapıldı, ayrıca sahte belgeler oluşturuldu.

7- Zir Vadisi’nde bulunan silahları Ankara Emniyeti İstihbaratındaki polisler gömdü. Bu silahlar hükümete bir başkaldırı olması hâlinde kullanılacaktı.

8- İhsan Arslan, Tuncay Güney’e Mevlüt Çınar adına sahte pasaport hazırladı. Güney bu pasaportla Türkiye ’ye giriş yaptı. Kendisine 300 bin dolar para verilerek Ergenekon hakkında açıklamalar yapması dikte ettirildi. Güney’in ifadesi yine Ankara’daki Arslan’ın ofisinde kayda alındı.”

Nasıl iddialar? Film gibi değil mi? Kimler yok ki. Milletvekili, Savcı, Emniyet Müdürü, ABD’li bir senatör… Bir insan durup dururken bu iddialarda neden bulunur? Bir de iddialar hayatın akışına çok uyuyorsa..? Yine iddialarında yer verdiği adları neden hedef alır? Ne amaçlamaktadır? Birçok soru var? Ama ilginç değil mi? Hal böyle olunca bu iddialar hakkında asrın iftirasına uğrayan Balyoz Sanıklarının, avukatlarının ve bazı muhalefet milletvekillerin de aralarında bulunduğu değişik kişilerce defalarca suç duyurusunda bulunuldu Kovuşturmaya Yer olmadığı kararları ile sonuçlandı. Bazı gazetelerde konu haber yapıldı, Aykut’un kendisiyle röportajlar yapıldı. Hatta bu konuda kitaplar da yazıldı.

Örneğin, Caner Taşpınar’ın kaleme aldığı “Damat — Fethullahçıların AKP’li Kayınpederleri” adlı kitapta Orhan Aykut ismi ve iddiaları detaylı olarak yer aldı.

Kitapta, Orhan Aykut’un FETÖ’cü Emniyet görevlisi Ramazan Akyürek’in Yardımcı İstihbarat Elemanı olduğu, Aykut’a her türlü silahı taşıyabilir kimliği verildiği, bu kimlikle ayrıca İstihbarat Daire Başkanlığı yazan her yere girip çıkabildiği, kendisinin ayrıca Kırmızı Pasaportu olduğu da detayları ile yer almaktadır. Aykut iddialarını bu kişilerle yaptığı telefon konuşmaları ile desteklemektedir. Ayrıca birebir bu kişilerle görüşmelerini, buluşmalarını yer, zaman vererek anlatmaktadır. Fakat Savcılığın, Orhan Aykut’un Akyürek’le olan telefon konuşmalarıyla ilgili ‘devlet sırrı’ olduğu kanaatine varıp bunları dosyaya koydurmadığı da kitap da yer alan iddialardan birisidir.

CHP eski Milletvekili Umut Oran, dönemin Adalet Bakanı’na bir yazılı soru önergesi verdi. Ancak soruşturmaya yer olmadığı kararları ve cevapsız bırakılan sorular, iddialar…

Sadece biri…Yurt haberi, 25 Ekim 2012.

İddialar, AKP eski Milletvekili İhsan Aslan üzerineydi. Bu zat yukarıda dip notta detayı verdiğim şekilde Orhan Aykut’u yalanlamıştır. Dava da açmıştır. Fakat yıllar sonra kendisiyle BBCTürk tarafından yapılan bir röportaj ve burada söyledikleri sır perdesini yine aralamıştır.

Şöyle demektedir:

“…Kesinlikle biz Türkiye’yi yönetmeye taliptik. Bütün insanları adalet üzerinden yönetmeye taliptik. Alevi, Roman, Kürt kardeşlerimizin, Müslüman dindar vatandaşlarımızın sorunlarını çözmeye niyet etmiş ve bunun için adım atmış bir kadroyduk.

İlk aşamada askeri vesayet vardı, adım atamıyorduk. Ne zaman ki ciddi bir mücadeleyle askeri vesayeti ortadan kaldırdık, orada yılana sarıldık. İşbirliği yaptık.

Tahmin etmediğimizden fazla onlar işin içine girdi. Hatta onlar lokomotif oldu, biz arkada icraatta bulunduk. Sonra FETÖ’nün vesayeti gündeme gelmeye başladı. Biz bunu fark ettiğimizde irkildik. Ondan sonra da tabii kıyamet koptu. O güne kadar hukuk içinde kalmaya azami dikkat gösteriyorken 15 Temmuz’dan sonra doğrusu panikledik ve olayın vahameti karşısında ancak yargıyı kullanarak başarılı olabileceğimiz kanaatine vardık.

Onların yargıyı kullanırken kullandığı bütün taktikleri, araçları, biz kullanmaya başladık, can havliyle…

Her konuya müdahaleleri söz konusuydu. Ne zaman ki onların bazı taleplerine hayır demeye başladık, onlar sertleşmeye başladılar. Kabullenemediler. Bazı olaylar oluyordu ama somut olarak dershanelerin kapatılması asıl kopuşu getirdi.

Eğitim sistemini reforme etme adına ve vesayetini geriletme adına müdahale ettiğimizde çok sert tepki verdiler. Ben o dönemde bazı arabuluculuklarda bulundum ama çözülemedi ve gittikçe kavga büyüdü…”

Burada kısa bölümü yer alan röportaj sonrası kendisi hakkında AKP tarafından disiplin soruşturması açıldı. Uyarı cezası ile soruşturma kapatıldı. Konuya noktayı koyuyoruz. Sonuç bölümünde bu konu ile ilgili görüşlerimizi ileteceğiz.

Şimdi konumuza asrın ihanetine, Balyoz Davasına dönelim. Dava pişirilmiş, tetikçiler tayin edilmiş, davanın alt yapısı ve hukuki şartları da hazırlanmıştı.

11 ŞUBAT 2011 ÖNCESİ… DAVA İLE İLGİLİ KUVVETLİ KUMPAS ŞÜPHESİ ORTAYA ÇIKIYOR…

Asrın İhaneti Balyoz Davası Silivri’de görülmeye devam ediyordu. Devam ediyordu da aslında çoktan çökmüştü. 19 Aralık 2010’da başlayan duruşmalar öncesinde davanın en önemli sanıklarından E. Org. Çetin Doğan’ın kızı ve damadı tarafından yazılan bir kitap davayı ve iddianameyi çoktan çökertmişti. Kitap da çok net olarak savcılıkça iddia edilen suçlamalar, yer, zaman ve isimlerle çürütülüyor, bu iddianamenin sahte deliller üzerine kurulduğu açıkça kamuoyu ile paylaşılıyordu. Kitap hakkında dava öncesi bazı TV kanalları Pınar Doğan ve Dani Rodrik ile röportaj yaptılar. Duruşma öncesi açıklamaları çok ses getirdi. Dava iddialarına karşı daha dava başlamadan derin şüpheler oluşmaya başladı.

Mahkeme davanın görülmesine karar vermişti. Fakat başlamadan her haliyle çökmüştü. Duruşma öncesinde sahtelikler ayyuka çıkmıştı. Normal bir hukuk düzeninde bir mahkemenin dava açılmadan bu iddianameyi ret etmesi gerekirdi. Fakat mahkeme davayı sürdürmekte ısrarlıydı. Çünkü görevlendirilmiş FETÖ tetikçileriydiler, özenle seçilmişlerdi ve görevlerini yapmalıydılar. Savcı Savaş Kırbaş, Hüseyin Kaplan Hâkimler Ömer Diken, Ali Efendi Peksak, Murat Üründü ve Aytekin Özanlı… Özel görevlendirilmiş, seçilmiş tetikçiler…

İşler ve iddianame yayınlanan kitap, sanık ve avukatlarının sahtelikleri ortaya çıkartan açıklamalarıyla, sarpa sarmıştı. Medyadan ve sosyal medyadan sahteliklerle ilgili haberler çıkar olmuştu. Dava sanıkların lehine dönmüştü. Yeni bir şeyler gerekiyordu. Yine FETÖ’nün kirli eli devreye girdi. Zaten girmedikleri delik de kalmamıştı. Sansasyonel bir şeyler gerekiyordu. Dava da denizciler ağırlıklıydı. O halde denizcilerin mabedi Donanma K.lığı seçildi.

TSK içindeki bir dizi askeri casusluk ve şantaj iddiaları ile ilgili yürütülen soruşturma kapsamında, Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne özel yetkili savcı Fikret Seçen başkanlığında 06 Aralık 2010 tarihinde gönderilen bir ihbar e-postasına istinaden yapılan baskında İstihbarat Kısım Amirliği odasının döşemesi altında 10 çuval ele geçirildi. Seçen, ilk defa girdiği Donanma Karargâhı’nda hiç yabancılık çekmeden eliyle koymuş gibi istediklerini buldu. Hatta konuya ve ihbarda sözü edilen odanın döşemelerine o kadar hâkimdi ki, odanın tabanındaki döşemeleri kaldırabilmek için gereken vantuzlu aleti bile yanında getirmişti. Bu çuvallarda 43 klasörün sözde “Balyoz Harekât Planı” ile ilgili olduğu anlaşılması üzerine ilgili klasörler, Balyoz darbe planı davasını yürütmekte olan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Mahkeme rahat bir nefes aldı. Yandaş medya her gün zuladan çıkan ve tutanakları tutulan kâğıt parçalarını haber yapar olmuştu. Mahkeme artık adımları atmalıydı. Türk hukuk tarihinin en kara günlerinden birine yaklaşılmaktaydı.

Yalan haberler ile kamuoyu yanıltılıyor…

11 ŞUBAT 2011, “ASRIN İFTİRASI BALYOZ DAVASI” DURUŞMASI…

11 Şubat 2011. Cuma günüydü. O gün bir tuhaflık olduğu ortadaydı. Zaten Mahkeme Heyeti duruşmaların başından beri hukuksuzlukların mahkemesi olmuştu. Fakat fütursuzca buna devam ediyorlardı.

Sözde Cumhuriyet Savcısı ve adaleti sözde dağıtan hakimler!!!

Mahkeme, duruşmanın açılışında Gölcük’te ortaya çıkan çuvallarla ilgili kendilerine gönderilen müzekkereyi okudular. Davaya müdahillik talepleri de vardı. İlginç şeyler oluyordu. Sonra mahkeme heyeti, fısır fısır aralarında bir şeyler konuştular. Bu gelişmeler ile ilgili tüm avukatların ve sanıkların bir diyeceği olup olmadığını sordular. Önce avukatlar görüş ve mütalaalarını bildirdiler. Daha sonra sanıklar sırayla tek tek beyanlarını verdiler. Avukatlar ve sanıklar hazırlıklıydı. Burada belge diye çıkan paçavralarda birçok sahtelik olduğu, akla, mantığa sığmayan tutarsızlıkların bulunduğu örneklerle mahkemeye sunuldu. Buradan çıkanların yeni bir durum oluşturmayacağı, çıkanların süratle bilirkişi incelemesinden geçirilerek tutarsızlık ve sahteliklerin açığa kavuşturulması talep edildi. Ve özellikle bunların buraya nasıl girdiğinin de araştırılması istendi. Sanıkların davaya müdahil olmak isteyen kişi veya STK’lara (Bu kişilerden biri de günümüzde milletvekili olarak AKP Grup Başkanvekilliği yapan o dönem Avukat olarak Hukukçular Derneği Başkanlığı yapmakta olan Cahit ÖZKAN’dı) karşı beyanlarının alınması aslında mahkemenin bir yoklama oyunuydu. Daha sonra olacaklar için mahkeme salonunda hangi sanıkların hazır olduğunun bir sağlaması gibiydi. Mahkeme Başkanı tek tek sanıkları kaldırırken “ Kendisi burada veya yok” gibi ifadelerle mevcudiyeti teyit ediyor, mahkeme üyelerinden birinin liste üzerinden bu durumu kayıt altına aldığı gözden kaçmıyordu.

O gün diğer duruşma günlerinden daha çok kolluk kuvveti mahkeme salonundaydı. Bu dikkat çekiyordu. Sanki bir şeyler hazırlanıyordu da tedbir alınıyor gibiydi. Jandarmaların bir hareketliliği vardı. Bu da dikkat çekiciydi.

Mahkeme Heyeti de her zaman olduklarından daha bir suratsız ve stresli görünüyorlardı. Sık sık aralarında ağızlarını elleriyle kapatarak konuşuyorlar, mahkeme salonunu süzerek kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı.

Daha sonra Mahkeme Başkanı, Savcı Savaş KIRBAŞ’a döndü ve mütalaasını sordu. Savcı da hazırlıklıydı, yeni deliller kapsamında 196 sanıktan 163’ünün tutuklanmasına deyiverdi. Bu beyanla ortalık bir anda karıştı. Avukatlar bağırmaya başladılar… Mahkeme Heyeti tarihi açıklamayı yapıverdi. “Kararımızı almak üzere içeri giriyoruz. Savcı mütalaası önemlidir, kimse duruşma salonunu terk etmesin. Salondan ayrılmasın, kolluk kuvvetlerince de gerekli tedbirler alınsın.” Uzunca bir süre karar beklendi. Mahkeme salonunda mübaşir olarak bulunan Aydın Bey, heyetin gayet mutlu olduğunu Savcı ve Mahkeme heyetinin duruşma salonu arkasında elleri ile birbirlerine çak yaptığını ve çay, kahve içtiklerini haber veriyordu. Çaylar içiliyordu fakat karar bir türlü açıklanmıyordu. Dizilerin, yarışma programlarının başlanılması bekleniyordu tahminen.

Mahkeme Heyeti, kararı açıklamak üzere yerlerin alınmasını istedi. Ve…

“…Gölcük’teki Donanma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü’nde ele geçirilen belgeleri dava dosyasına ekleyen mahkeme, 11 Şubat 2011 tarihinde “dosyadaki delil durumu, dosyada kuvvetli suç şüphesini gösteren olguların bulunması, delillerin tam olarak toplanılmamış olması, sanıkların konumları itibarıyla delillere etki yapma ihtimalinin olması, tanıkların henüz dinlenilmemiş oluşu, atılı suçun CMK’nın 100. maddesinde belirtilen katalog suçlardan olması, belirtilen bu sebeplerle adli kontrol hükümlerinin uygulanmasının yetersiz kalacağı” gerekçeleriyle 134 sanığın tutuklanmasına, 29 sanık hakkında da yakalama kararı çıkarılmasına…” karar verdi.

Mahkeme Heyetinin karar sonrası, salonu koşarak terk etmesi ve sanıkların Harbiye Marşını topluca söylemeleri de bu tarihi güne ayrı bir not olarak düşüldü. Mahkeme salonunda sanıkların etrafı jandarmalar tarafından çevrildi. Oldukça hatırı sayılır bir jandarma karar öncesi salonda konuşlandırılmıştı zaten. Devletin şerefli askerleri için mahpus günlerinin ilk adımı atıldı.

Oyun büyük oynanıyordu. Hemen görsel basın son dakika olarak alt yazı geçmeye başladı. Tutukluluk istenen askerlerden eski Hava, Deniz Kuvvetleri Komutanları ve Orgeneraller, amiraller vardı. Muvazzaf general, amiraller ve alt rütbelere doğru giden bir yıldızlar kümesi vardı. Aslında TSK’nın bir yarısı teslim alınıyor, Abant hayali gerçek oluyordu. Bu tutuklamalar ile BALYOZ-2 ve BALYOZ -3 Davalarının da dosyaları oluşturuldu ve tutuklamalar 325 kişiyi buldu… Balyoz-2 ve 3 Dava dosyaları ile tutuklananların birçoğu seminere katılmamışlardı. Aslında artık bunun bir anlamı da kalmamıştı. Seminer bahane edilerek karacısıyla, denizcisiyle, havacısıyla, jandarmasıyla, TSK bitiriliyordu.

Scroll to Top